Dr. Nikolaos Stelya
Son günlerde, bazı Türki cumhuriyetlerin Kıbrıs Cumhuriyeti'nde büyükelçilik açma kararı, hem Türkiye'de hem de Kıbrıs Türk tarafında alışıldık bir fırtına kopardı. Ankara ve Lefkoşa'daki milliyetçi çevreler, bu adımı Türkiye'nin ve Kıbrıs Türklerinin ulusal davasına bir darbe olarak yorumlarken, iktidarın milli meselelerdeki duruşundan pek de ayrışmayan ana muhalefet partisi ise bunu "dış politikanın iflası" olarak nitelendirdi.
Ancak bu tanıdık kuru gürültüyü ve milliyetçi refleksleri bir kenara bırakıp, soğukkanlı bir analiz yapma zamanı gelmedi mi? Kıbrıs meselesinde, Türkiye ve Kıbrıslı Türkler olarak "ortak penceremizden" baktığımızda, tek derdimiz gerçekten de dışa açılma veya Ankara'ya yakın rejimler tarafından tanınma hedefi midir? Varsayalım ki, Avrupa Birliği'nin (muhtemel) yönlendirmesiyle atıldığı iddia edilen bu adımlar hiç atılmasaydı, Kıbrıs'ta her şey güllük gülistanlık mı olacaktı?
Soruları biraz daha ileri taşıyalım: Bugün Kıbrıs Cumhuriyeti ile resmi ilişki kuran Türki Cumhuriyetler, yarın bir mucize eseri Kıbrıs'ın kuzeyindeki yapıyı tanısalar, Kıbrıs meselesi sihirli bir değnek değmişçesine ortadan kalkar mıydı? Hatta bu tanıma kervanına Pakistan, Bangladeş gibi Türkiye'ye yakın ülkeler veya bazı Afrika ülkeleri de katılsa, Türkiye'nin sırtındaki Kıbrıs yükü hafifler miydi? Kıbrıslı Türklerin bugün boğuştuğu derin ekonomik ve siyasi sorunlar bir anda buharlaşır mıydı?
Cevabın kocaman bir "hayır" olduğu aşikâr. Zira adanın kuzeyinde kurulan yapı, en başından beri uluslararası sistemin dışında, adeta bir "boşluk" üzerine inşa edildi. Bu yapı, aynı zamanda, uluslararası hukukun ve denetimin dışında kalmanın getirdiği bazı "avantajlar" üzerine kurulu bir düzeni de beraberinde getirdi. Dolayısıyla, bu kadar kökleşmiş yapısal sorunların, sadece dış tanınma gibi "makyaj" müdahaleleriyle çözülmesini beklemek, gerçekçi olmaktan uzaktır.
Peki, Türkiye'nin yıllardır dillendirdiği ve 2017'den beri resmi politika haline getirdiği iki devletli çözüme sırtını dönenler sadece Türki cumhuriyetler mi? Bu noktada başka aktörleri de mercek altına almak gerekiyor. Örneğin, birkaç yıl öncesine kadar Suudi Arabistan ve müttefikleriyle ciddi bir kriz yaşayan ve varlığını sürdürmek için Türk Silahlı Kuvvetleri'nin desteğine muhtaç olan Katar'ın, Kıbrıs Cumhuriyeti ile geliştirdiği sıcak ilişkilere ne diyeceğiz? Katar Başbakanı Danışmanı'nın Kıbrıs Haber Ajansı'na (KHA) verdiği demeç durumu özetliyor: "Kıbrıs ile çok güçlü bir ilişkimiz var... Ekonomik alanda da oldukça sağlam bir bağımız bulunuyor."
Ya da Ankara'daki Avrasyacı çevrelerin umut bağladığı aktörler? Çin Halk Cumhuriyeti'nin Kıbrıs konusundaki tavrı da oldukça net. Ulusal Halk Kongresi Daimî Komitesi Başkanvekili Zheng Jianbang, KHA'ya yaptığı açıklamada (27 Kasım 2023), ülkesinin Kıbrıs'ın bağımsızlığını, egemenliğini ve toprak bütünlüğünü desteklediğini ve soruna BM kararları temelinde bir çözüm bulunması çabalarına destek verdiğini açıkça ifade etti.
Bu örnekler bize şunu gösteriyor: Mesele, sadece birkaç Türki cumhuriyetin attığı adımdan ibaret değil. Türkiye, bölgesinde önemli bir orta güç ve uluslararası çalkantıların yaşandığı bu dönemde, ulusal çıkarları doğrultusunda neorealist bir tavır sergilemesi anlaşılabilir. Kıbrıs özelinde, müzakerelerin tıkandığı bir noktada, iki devletli çözüm gibi iddialı hedeflerle diplomatik çıtayı yükselterek karşı tarafa baskı kurma stratejisi de milliyetçi-muhafazakâr bir iktidar için şaşırtıcı değil.
Ancak, diplomatik baskıyla karşı taraftan taviz koparmayı ummak başka bir şeydir, "olmayacak duaya amin demek" bambaşka bir şey. Kıbrıs'ta 1963-1974 sürecinden bu yana temel olarak bir meşruiyet sorunu ve bir de toprak/mülkiyet sorunu bulunmaktadır. Zaman içinde, tek taraflı ve sorunlu adımlarla Rum tarafı uluslararası meşruiyetin sahibi olurken, Türk tarafı fiili olarak toprak ve mülkün sahibi konumuna geldi. "Mesele bu haliyle çözüldü, daha ne istiyoruz?" diyenler olabilir ve bu yaklaşımla sorun bir yarım asır daha devam edebilir.
Fakat eğer "artık çözüm vakti" diyorsak, bu temel denklemi yeniden ele almak zorundayız: Uluslararası meşruiyet ile toprak/mülkiyet arasındaki teraziyi, adalet ilkesini göz ardı etmeden, yeniden kurmalıyız. "Hem tam meşruiyeti alayım, hem de mevcut toprak ve mülkiyet yapısını koruyayım" demek, ne uluslararası ilişkiler teorisine ne de bir orta gücün reel etki alanına sığar. Türki cumhuriyetler örneğinde de gördüğümüz gibi, bu yaklaşım sürdürülebilir değildir.
Son bir söz de Ankara'daki ana muhalefete: Türkiye gibi bölgesel etkinliği olan bir ülkenin yönetimine talip olmak, sadece ekonomik kriz nedeniyle "boş tencerelere" veya içerdeki demokrasi ve insan hakları sorunlarına odaklanmakla sınırlı kalamaz. Bu iddianın bir de dış politika boyutu vardır ve bu boyut, Kürt meselesi gibi örneklerde görüldüğü üzere, iç meselelerle derinden bağlantılıdır. Ana muhalefet, bugünkü milliyetçi ve muhafazakâr iktidarın dış politikasından hangi noktalarda ayrışıyor? Mevcut neorealist ve zaman zaman revizyonist çizgiden farklı olarak, 2030'lu yıllarda nasıl bir dış politika vizyonu sunuyor? Demokrasiye dönüş vaadiyle birlikte bu dış politika nasıl şekillenecek?
Bu sorular şimdilik yanıtsız. Umarız yakın gelecekte bu soruların cevapları bulunur. Aksi takdirde, içeride demokrasi ve insan hakları talep ederken, dış politikada mevcut stratejilerin bir taklidini sunmak, ne bilinçli seçmeni ne de uluslararası kamuoyunu ikna edecektir. Şunu da netleştirelim: Yeni bir dış politikadan kasıt, basitçe "ödünler" vermek değildir. Asıl arayış, hem içeride hem dışarıda demokrasi, adalet, insan hakları ve ulusal çıkarlar arasında yeni, daha demokratik, daha çoğulcu ve en önemlisi daha gerçekçi bir denge kurmaktır. Kıbrıs meselesi de ancak böyle bir vizyonla sürdürülebilir bir çözüme kavuşabilir.